Av. Ata TERZİBAŞI
Hızır Lûtfî
H. 1298-1379
Kaynaklar:
Şair Hızır Lûtfî’ye dâir, henüz kendisi hayatta iken 30.12.1958 tarihli yerli Beşīr gazetesinde yayımladığımız kısa bir biyografinin neşrinden önce herhangi bir yazı görülmemiştir. Bu kez şairin hayatı ve şiirleri hakkında yaptığımız etraflı ve geniş inceleme, onun vaktiyle anlattığı şahsi bilgilerle bazı yazma eserlerine dayanır.
Yarlığanmış ile uzun yıllar edebî görüşme, tartışma ve hasbihâllerde bulunmuşuzdur. Bu yüzden şair hakkında verdiğimiz bilgiler orijinaldir. Madde içerisinde söz konusu ettiğimiz öteki kaynaklar ise, derlediğimiz bilgileri tevsik etmeye yarayan yan kaynaklardır.
Hayatı:
Asıl adı Hızır (yaygını Xıdır) olan şairin mahlâsı Lûtfî’dir. Yazı ve şiirlerinin başında her zaman Hızır Lûtfî mürekkep adını kullandığı için halk arasında hep bu unvanla tanılmıştır. Babası Semīn, bu da İsmail bin Mehdî bin Mehdî[1] bin Muhammed bin Şeyh Kemâldir. Hicrî 1045 yılında Mevlevilik tarikatini yaymak ve halkı bu yolda irşat etmek üzere Konya şehrinden Irak’a gelen ve Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin neslinden olduğu söylenen büyük dedeleri Şeyh Kemal, Kerkük şehri yakınında meşhur Tepelü köyünün bitişiğindeki ‘Alyave köyünde gömülü olup, hâlâ da merkadi mamur ve mübarek bir ziyaretgâhtır.[2]
Hızır Lûtfî, Rumî 1296 (M. 1880) yılında Kerkük’te Çay mahallesinde doğmuştur. Henüz dört yaşında iken babası, on bir yaşında iken de anası ölmüştür. Hem yetim hem de öksüz kalınca, Çemçemâl’de mal müdürü bulunan ve zamanının ileri gelen kalem erbabından olan dayısı Hüseyin Efendi’nin himaye ve terbiyesinde yetişmiştir.
Yanlarında ders okuduğu hocalar, eski tarz tahsili bilen mollalar idi. Daha pek küçük yaşta iken Kur'ân-ı Kerîm’i hatmettikten sonra Molla Süleyman Efendi yanında Ahmediyye, Muhammediyye ve Mahşeriyye kitaplarını okumuştur. Türkçe, Arapça ve Farsça dil bilgisini ve kavait derslerini, Meşrutiyet devrinde maarif müfettişlerinden Hoca Ziya Efendi yanında tahsil etmiştir. Edebiyat bilgisini de en çok, Sultan Hamîd’in sürgünlerinden ve Kifri ilçesinde emlâk-i seniyye müdürü olan Rıfat Bey’den almıştır.
Yazı yazmak ve yayımlamak hususunda ise edebî cesaretini ilk kez Te‘āvün gazetesi yazarlarından Şükrî el-Fazlî’den almıştır ki ilk mahsullerini bu gazetede yayımlamıştır. Rumî 1313 yılında on yedi yaşında iken gönüllü asker olan Hızır Lûtfî, sekiz yılda yedi terfi görerek bu meslekte alay kâtipliğine kadar yükselmiştir. Rumî 1329 yılında Bağdat’ta topçu alayı kâtipliğinde bulunduğu, Kerkük’te çıkan Ma‘arif dergisinden öğreniyoruz.[3]
Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale yakınında Ayvacık ilçesinde bir alaya verilen şair, bir ara fırkasıyla birlikte Anadolu’ya geçerek Harput vilâyetinde Dersim’de kalır.
Rumî 1340 (M. 1923) yılında emekliye ayrılarak 8 Ağustos 1340 tarihinde memleketi olan Kerkük’e döner. Burada kendisine memuriyet teklif edilir: emeklilik aylığı maişetini temin etmediği hâlde, millî gaye ve endişe sebebiyle vazife almayı şiddetle reddeder! Millî haysiyet ve şahsiyetini koruyarak, İngilizlere hizmet etmektense kanaat içinde yaşamayı vazifeden üstün sayar.
Kerkük’te bulunduğu sürece şehrin ileri gelen ulema, eşraf ve aydın gençleriyle bağlılık kuran şair 1939’da siyasi sebeple örfî meclisi mahkemesine sevkedilerek burada yapılan keyfî duruşmada dört yıl hüküm giymiş ve ancak 1941 yılında hapisten çıkarılmıştır. Bu olayı koşma tarzında yazdığı bir manzume ile dile getirmiştir.[4]
1945 yılında ayağı sakatlanan bedbaht şair, hayatı boyunca koltuk değneğiyle yürümek zorunda kalmıştır.[5]
21 Haziran 1959 Pazar gününü Pazartesi’ne bağlayan gece gözlerini fani hayata kapayarak Kerkük’teki aile mezarlığına gömülmüştür.
Evli olup, albaylıktan emekli Kemal, petrol şirketinde çalışan Celâl ve hazine memurlarından Süleyman Efendilerle bir kız çocuğun babasıdır.
Düşünce ve İnancı:
Hızır Lûtfî’nin fikrî hayat hikâyesinin gelişme safhalarını bilmeyen kişiler, onun din ve mezhep konularında yaptığı bazı söyleşilerinden türlü anlamlar çıkararak, kendi akıllarınca ona, kimi Farmasonluk, kimi Kâkâîlik ve bazen Mevlevilik, kimi filozofluk gibi çeşitli sıfatlar takmaktadır.
Şairin dinî inancını açıklamadan önce onu tanıyanların butavının (tamamının), üzerinde birleştiği önemli bir hususu belirtmek isteriz ki o da şairin yurtseverlik meziyetidir. Bunda hiç kimsenin kuşkusu olmamıştır.
Dinî düşüncesinde ilerici bir görüşe sahip olan şair dine sonradan karışan hurafelere karşı çıkmıştır. Daha on-on bir yaşlarında iken mahalle mekteplerinde hocalar yanında haşr ü mizan ve sırat köprüsünden söz eden Mahşeriyye kitabını ve yine dinî eserlerden sayılan Ahmediyye kitaplarını okuyarak bunların etkisi altında büyümüş, on altı-on yedi yaşlarında tefsir ve dinler tarihine dair eserleri izleyerek çeşitli mezhep ve tarikatleri incelemeye başlamış; bunlardan ilkin Nakşibendîliği benimseyerek bu tarikate, sülûk yoluyla değil de intisapla bağlanarak, uzun yıllar tekke ve mescitlere kapanmıştır.
Daha sonra edebiyatla birlikte akait ve felsefe kitaplarını mütalaa ederek düşünce alanını geliştirmiş ve bu alanda fikrî mesele ve tartışmaları kalem kâğıda dökmeye çalışmıştır.
İslâm tarihinde dinî toplumlar arasında baş gösteren ayrılık konularını altmış beş kadar noktada[6] toplayan Hızır Lûtfî bunlar için şöyle bir görüş öne sürüyor:
“Bugün ekseriyetle târîh-i İslâmın a‘mâk-ı muzlimesine intikāl eylemiş olan bu gibi mesâil, esâsen mesâil-i kelâmiyyeden ve müteşâbihâtın te’vîlinden ileri gelmiştir ki bunu Hakk’ın sarâhaten fitne tavsîf etmesine (Sûre-i ‘İmrân, yedinci âyet) rağmen ulemâ-yı İslâmiyye’den çok kimselerin te’vîle cüret etmeleri her türlü ta‘n u teşnî‘e sezâdır...”
Bununla birlikte, sonda Mutezilelerin meslek ü içtihatlarına taraftar olmaya karar veren şair, bunların öne sürdükleri görüşlerden “bütün ef‘âlinin hâlıkının (yani sahibinin) insan olduğunu kulun ahirette ef‘âline göre ceza ve mükâfat görecekleri” fikrini doğru bulmuştur.
Hızır Lûtfî, dinî inanç ve düşüncesini toplu bir özetini 9/10 Teşrinisâni 1927 tarihinde yazdığı bir kısım hatıralarında belirtmiştir. Edebî değeri de bulunan bu anılardan bir bölümünü şairin nesrinden sunduğumuz örnekler arasında tespit etmişizdir.
Edebî Kişiliği:
Hızır Lûtfî görmüş geçirmiş olgun bir kişi olup, yazılarında içtimai olaylar karşısında düşünen ve güçlüklere çözüm arayan yurtsever bir yazar vasfını taşır. Fikrî yazılarını edebî sanatla külfetsiz biçimde işleyen şairin nesri sağlam ve kuvvetlidir. Yazılarını çok kez imlâ (dikte etme) yoluyla hazırlardı.
İlk yazılarını, hocası hem de dostu olan gazeteci Şükrî el-Fazlî’nin tergîb u teşvikiyle 1959 yılında Bağdat’ta çıkan Te’āvün gazetesinde yayımlamıştır.
1924’te Kerkük’e döndükten uzun bir müddet sonra yazı ve şiirlerini bu şehirde çıkmakta olan Kerkük gazetesinde yayımlamaya başlamıştır. Bir ara İstanbul’da yayımlanan Yeşil Ada dergisinde 1951 yılında bazı yazıları çıkmıştır.
Şiirleri açık ve sade olup pek sanatlı değildir. Koşma tarzında olanları içli ve güzeldir. Bir kısım manzumelerini Kerküklü edip ve yazar Vahîdeddin Bahâeddin Arapçaya çevirmiştir.[7]
Eserlerinde hep karamsar görünen şairin kötümser duygusu ve şikâyet edici mizacı konusunda bir ara meslektaşı Reşit Akif’in kendisine sunduğu bir manzumede rücu sanatıyla onu bu karamsarlığında haklı göstermiştir.[8]
Gerçekten de Hızır Lûtfî’nin hayattan devamlı feryat ve şikâyeti, ömür boyu katlandığı güçlükler ve duçar olduğu musibetler yüzündendir. O, bu konuda 3-4 Kânunusâni 1926 tarihli ve henüz yayımlanmamış kısa ama toplu hatıralar makalesinde şöyle diyor:
“… Elhâsıl güzeşte-i hayâtım yâhud sergüzeştim hakkında diyebilirim ki –rivâyet-i ma‘nevîye göre– üç yüz altmış tel ile mürettep ve bununla idâme-i mevcûdiyyet eden rişte-i vücûdumun herhangi bir târına dokunulacak olursa, ihtizâzât-ı hüznengîzinden husûle gelecek nagamât-ı dilsûz, birer figandır. Hâlihâzırda bu efgān ile tev’em olan hayât-ı merâretâlûdum içinde her ân ve her mekândaki yâd-ı mâzî vü istikbâli düşündükçe ağlar ve demâdem ağlarım…”
Hızır Lûtfî günlük yaşayışında çok efendi ve âlicenap bir insan olup, güzel davranışı ve alçak gönüllülükle tanılmıştır. Halk tarafından sevilen ve sayılan değerli bir edip olarak gönüllerde yaşıyor. Hayatta herkes ona dayı diye hitap ederdi.
O, yalan ve riyadan hoşlanmaz, ama duyup ve düşündüğünü safvetle yazar ve söylerdi. Sâf ve temiz gönüllü olan şairin en görkemli meziyeti, hayatı boyunca bağlı kaldığı yurtseverliğinden bir lâhza bile ayrılmamış ve taviz vermemiş olması idi. Bu konuda 25/26 Teşrinisâni tarihinde yazdığı, hakikate uygun şu veciz hatıra sözleri kıymetlidir:
“Mesleğim sâf, niyetim samîmîdir. Bilirim ki bu meslek sahipleri mücâdele-i hayâtta dâima ziyânkâr ve alelhusûs şu asr u muhîtte pek bedbaht ü nâçâr olurlarsa aslâ inhirâf ü tebâüd edemiyorum ve edemem. Muhakkak biliyor, görüyor ve anlıyorum ki bu meslek; hayât ü servetimin, şân ü şöhretimin adüvv-i bîamânı olursa da rûh u kalbimin muhibb-i bîadîlidir. Rûhum, maddiyâttan ziyâde dâima ma‘nâ-i te‘âlîyi sever ve yalnız bu muhabbetle yaşar.”
Eserleri:
Yazar, kitabı hakkında yazdığı üç dört satırlık ön sözünde eserin mahiyetini şöylece açıklıyor:
“Şu eser-i nâçîzi, bir garp âliminin Hayāt-ı İdāre[9] hakkında yazdığı kıymettâr bir eserden iktibas ve bunları muhît ve içtimâyâtımızla mukāyese ederek şahsî hissiyât ve mütâlaâtı ilâve eylemek suretiyle yazdım.”
Kitap aslında 1913 yılında ölen ünlü İngiliz yazarı Sir John Lubbock tarafından yazılan The use of life başlıklı kitabın[10] Muhammet Ali adında bir kişi tarafından Türkçeye çevrilen ve Rumî 1328 (M. 1912) yılında İstanbul’da İdāre-i Hayāt başlığıyla yayımlanan eserin[11] değişik bir biçimi olup Hızır Lûtfî’nin kalemiyle yeniden Hayātta İāare adıyla özel bir tarzda hazırlanmış bir eserdir. Şair asıl kitabın konularını göz önünde tutarak onda verilen bilgilerden bir kısmını kendi kitabına aktarırken bunlar üzeride durmuş, düşünmüş, çevre ve çağının özel meseleleri karşısında değerlendirme yoluyla ilâveler yapmış ve böylece esere kendi simgesini koyabilmiştir.[12]
2-Hātırāt: Şairin Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna değin geçen edebî, içtimai ve siyasi anılarını kapsayan dört ciltlik Hātırāt adlı yazma eseri 1924 yılında memleketine dönerken Zaho sınır kapısında elinden alınmış ve itlaf edilmiştir.
Şair bu hatıraların, zihninde kalan birkaç yaprak kısa ama toplu ve yararlı bir özetini 25-26 Teşrinisâni 1925, 3-4 Kânunusâni 1926 ve 9-10 Teşrinisani 1927 tarihlerinde geceleri oğlu Kemal’e dikte etmiştir. Bunlar özel kitaplığımızda duruyor.
3 –İstanbul Mektūbları: On dokuz sayfa tutan özel bir risaledir. İstanbul’da Avukat Enver Yakupoğlu yanında duruyor.
4 –Fużūlī: Birkaç yıl önce tertip ettiği bu eser, neşredilmek üzere verildiği Kültür Bakanlığı’nda zayi olmuştur. Ancak bunun müsvettelerinden bir bölüğü sonradan Kardaşlık dergisinde yayımlanmıştır.[13] Bu kitapta, Fuzulî’nin Hicrî 910 yılında doğduğuna dair babası tarafından yazıldığı söylenen ve tarihli makta beyti
Söyledim oğlumun cevherli bu târîhini
Gül gönül dâim Muhammed zâhir oldu ‘âleme (910)
سویلﻪدم اوغلمك جوهرلی بو تاریخنی
گول گوكل داﺋم محمد ظاهر اولدی عالمه
olan yedi beyitlik manzumenin beş beyti derc edilmiştir. Bu manzume aslında hakiki olmayıp, şair Mehmet Sadık tarafından düzülen uydurma bir belge olduğunu “Fuzulî’nin Doğum Tarihi Problemi” başlıklı bir yazımızda belirtmiştik.[14] ↓Mehmet Sadık’ın bu skandalını gün ışığına çıkardığım zaman kabahatini, hiç sıkılmadan sarahaten itiraf etmiş, hattâ bu utanç verici olayı yedi beyitli, sanatlı bir şiirle saptamıştır.[15]
Bu olay bize Türk şairi Sünbülzade Vehbî’nin şu beytini hatırlatıyor:
Her sözünde olsa bin türlü yalanı şâirin
Setr eder aybın yine hüsn-i beyânı şâirin
Nesrinden Örnekler:
Hatıra Yazılarından:
Sinn-i Sabâvette Başlayan Dînî Gayem[16]
“On bir yaşında iken-haşr ü mîzân ve sırâttan bahseden Mahşeriyye nâm kitabı okumuştu. Yevm-i hesâb ü ‘ikāb olan mahşer gününün hevlengîz dehşetlerini, fevc fevc ayrılan günahkârların vaz‘iyyet-i pürelemlerini –kıldan ince ve kılıçtan keskin ve beş yüz senelik çıkışı, beş yüz senelik sathı, beş yüz sene de inişi ki bin beş yüz senelik mesafe tûlü olan– sırât köprüsünden halkın sûret-i ubûr u mürûrlarını, nazarımda tecessüm ettirdikçe cidden bir mahşer-i cidâl içinde kalmıştım. Artık dünyâ bana zindân ve hayât bir bâr-ı girân olarak her şey nazarımda bir hiçten ibâret kalıyordu. Artık bütün hayâtımı yalnız emîn ü sâlim bir sûrette, sırât köprüsünü geçmek ümniyyesini ind-i İlâhî’de te’mîn eylemek için ibâdete ve ibâdetin îcâb ettireceği harekâta hasreylemiştim…
On altı-on yedi yaşımdan itibaren tefsîrler, târîhler mütâlaasıyla iştigāl ve umûm-ı edyân ü Müslümânlığa ait mezâhibi tetkik etmek ve her şeyi murâkabe merâkına düşmüştüm.
‘Işâ namâzını teheccütlerle birleştirip kılmaya ve pek erken uykudan uyanır ve beyaz kara ipliği birbirinden ayırmak zamanının hulûlüne intizâren âbdest alır, duâların müstecâp olacağı seher vakitleri-ellerimi semâya kaldırarak ve gözlerimi nücûma dikerek Hâlık-ı kâinâtın semâları donatan yani nevvâr ü şeffâf yıldızlarını tahayyürle temâşâ ile cehrî ve kalbî ibâdâtı, sabâh namâzlarını kemâl-i vecd ü istiğrâk içinde tekbîr ü tehlîllerle edâ ederdim. Sabâh ve ikindi namâzlarından sonra bir cüz Kur'ân okumak i‘tiyâdımdı. Hiç bir günâhım yok iken en küçük bir hareketim, hayâlî tevehhümâtım, nazarımda birer cürm-i azîm teşkîl ederdi; ettiklerime bin kere tövbeler, nedâmetler ederek, ağlar, ağlar, ağlardım! Ramazân oruçlarını, farzın sâkıt olduğu vakit ve mahallerde bile –seferde, sahrâda, misâfir olduğum bir fakir köylünün hanesinde bulduğum bir lokma arpa ekmeğiyle veya gündüzleri çöllerde topladığım bahar otlarıyla akşam iftârı ve sahûr yemeği eyleyerek– tutardım.
Tarîkatleri tetkik ettim. Nakşî tarîkatine intisâp ile tekke ve mescitlerin karanlıklarında tesbîhât ü ibâdetle iştigāl eder ve gözlerimi kapayarak, ölmüş, teneşir tahtasında uzanmış, mezâra koyulmuş olduğumu tefkîr ü tecsîmle ilm-i mücerredâta giderdim. Şeyh olan büyük babamın takvâ netîcesinde cevv-i semâda tayerân ettiğini işitmiştim. Ben de onun gibi bir ‘âbid olarak uçaçak ve hattâ keşf ü kerâmet sâhibi olacaktım!
Bu zihniyet bende kat‘î bir gāye ve ibâdet ü takvâ bir âdet olmuştu. Fakîrler, mecnûnlar, yetîmler refîkim ve bunlara muâvenet ve refâkat âdetim idi. Fukarâya para ile muâvenet mümkün olmadığı anlarda gözyaşlarımı îsâr ederdim.
Ârâmgâhım tekkeler ve mabetlerdir. Mütemâdî zevkim beyâz başlıları ak sakallıları görmekti. Gördüğüm beyâz, yeşil sarıklı mollâlar, saçları arka ve yanlarına sarkmış dervişler, ellerinde uzun doksan dokuzlu tesbih ve ağızları anlaşılmaz kelimelerle müteharrik olan insanlar, seccâdeleri omuzlarında ve abâları başlarında örtülü olan şeyhler, nazarımda îmânın birer rengi kadar sevimli ve kıymetli eşhâs idi.
Bütün muammâlar umûm felsefî ve lâhûtî sözler rûhumda sihirkâr tesîrler ve heyecânlar uyandırırdı. Pejmürde ve perîşân kıyafetteki bir mecnûnun bütün harekâtı ve tekellümü, zihnimde garîb te’vîllere ve İlâhî ma‘nâlara zemîn teşkîl ederdi. Tebâdürât-ı zihniyyemin iştigālâtı, okuduğum ve gördüğüm eşyâlar, nazarımda esrârdan birer nişâneydi; elhâsıl, benim için bütün hilkat ve tabiat esrârâlûd birer vesîle-i incizâb idi.
Bu âdet ve ibâdet, yirmi üç yaşımdan ve teehhül ederek başlayan hastalıklarımla ve târîh ve edebiyât kitaplarını mütâlaaya merâkımla biraz gevşemişti. Bu sırada kitap mütâlaası husuûsundaki şevkim aşk derecesini bulmuştu…”
Şiirinden Örnekler:
Aşk[17]
Aşkı meşk eden bana sen idin
Her görünüşte mutlak şen idin
Sevdâ kaynağı bir çemen idin!
Hâl böyle idi i‘tirâf eyle
Artık yetişir gel insâf eyle
Pembe yanaklar hayâttı bana,
Şîrîn leblerin cân katar cana
Rûh-ı revânım ne yaptım sana?
Şimdi nedendir acımaz oldun?
Derd-i derûnum hiç sormaz oldun?
Sen ayrılırken kalbim taşardı
Râz-ı nihânım birden coşardı
Hâlimi gören ağlar şaşardı
Nerede o dem, o şirin sözler
Rûhum her ânda o demi gözler
Hazîn kalbimin bülbülü sendin
Aşk bahçesinin sümbülü sendin
Seher çağının tek gülü sendin
Her neş’e senle kāim olurdu
Zevk-ı vaslınla dâim olurdu
Şimdi nedendir böyle gadr ettin
Yoksa kimlere nefsin hasr ettin
Böyle değilse nasıl sabr ettin
Ne bir sadâ var ne de bir haber!
Sanki vefâdan kalmamış eser!
Sana kurbandır hep yoğum varım
Yolna bağladım gönlümü yârım
Yaptığın işi gel koyma yarım
Ağyâr duymasın cânâ bu sırdır
Kalb-i nâlânım sana esîrdir
Nihâyet budur senden dileğim
Dest-i lûtfunla gözüm sileyim
Unuttun ise ben de bileyim
Duâ et versin sabır Yaradan
Yoksa şu Lûtfî gitsin aradan
*
Heyecanlı Acı Levha[18]
Bizim sâkimiz değilken nâdân
Ağu içirdi bizlere devrân
Dertlere düştük bulmadık dermân
Ağyâr elinden çektiğim çoktur
İmdâda gelen hiç kimse yoktur
Bir (. z ) etti ihānet
Böyle insâna binlerce la‘net
Yoktan buldular bana kabâhat
Attılar beni zindân içine
Câni cânavar nâdân içine
Yaralı kalbim dâima sızlar
Nâmuslu insân derdini gizler
Hep gāib oldu merdâne izler
Beni aldatan muhîtim oldu
Bütün belâlar nasîbim oldu
Muhîtimiz dar elimiz dardır
Tevessül ise hicâb u ardır
Bizi soranlar belki ağyârdır
Meded İlâhî bîçâreyiz biz
Kimsesiz mağdûr bînevâyız biz
Başım büyüdü kurudu yağım
Hazân havâsı döktü yaprağım
Volkan hâlinde bir yanardağım
Kaçınız benden siz de yanmayın
Vefâsız dünyâya hiç inanmayın
Kuru yerlerde yattım çok zaman
İnledim inledim oldum perîşân
Hakāret eyledi bana nâkesân
Bunların işi zulm ile vahşet
Bir şey tanırlar o da menfaat
Eridim tükendim tıpkı mum gibi
Ayaklar altında taşla kum gibi
Yiyip içtiğim bir semûm gibi
Benim bu hâlim giderse böyle;
Bu hayât mıdır? Söyle sen söyle
Başta felâket kalbimde gamdır
Dünyâda gördüğüm cevr ü sitemdir
Geçen hayâtım derd ü elemdir
Bu mücâdele emelle dâim
Demek musîbet hayâtla kāim
Çok ni‘metleri teptim ayakla
Kovdum tâli‘im dâim dayakla
Şimdi de Lûtfî böyle sayıkla
Geçmişe mâzî demiştir üstâd
Mâlihulyâyı eyleme mu‘tâd
*
Bir Âşık-ı Mehcûr[19]
-Genç şair Osman Mazlum Efendi’ye-
Sensiz geçen eyyâma demem ömr-i yalandır
Sensiz yediğim her ne yesem derd ile kandır
Ey mâhcemâlim seni andıkça gözümden
Seller gibi hasret dolu al kaan revândır
Endâmını kim görse olur âşık-ı şeydâ
Göz yakıcı kirpiği ok [u] kaşı kemandır
Bir dilber-i yektâ ki ona kimse eş olmaz
Sûrette bir insan fakat o rûh-ı revandır
Vaslın bana cennet ve firâkın bana zindan
Gel hâlime bak kalbime gir gör ne vėrandır
Bir dem seni görmek gibi olmaz bana devlet
Envâr-ı cemâlin bana cân feyzresandır
Ta‘rîfi ne mümkün onun evsâfını Lûtfî
Bir ma‘şuka-vicdân o ki bir âfet-i candır
*
Gazelinize Benzer Bir Gazel[20]
-Sayın Üstad Esat Naib Bey’e-
Hayât-ı asrı tedkîk eyledikçe zâr ü giryânım
Memâtı eylerim tercîh hayâtımdan peşîmânım
Saâdetle geçen ömrüm bugün mahkûm-ı zillettir
Bu derd u mihnet u nekbet içinde pek perîşânım
Tahammülsûz olan her hâlime rahm etmedi kimse
Vefâsız dehrde nefretle geçer leyl u nehâr, ânım
Şikâyet bu hâlimden olursa hiç de beis yoktur
Fakat bu derd u hicrân ile de sûzân-ı hicrânım
Biri âlâm-ı dünyâ öbürü âteş-i firkat
Bu iki derd elinde dilharâb u hânevîrânım
Cefâ çektim bu dünyâda safâ hiç gördüğüm yoktur
Mükedder derdmend u nâtüvân u mât ü hayrânım
Yanarken derd-i hicr-ile habersizdir niçün bilmem
Bana ağyâr acırken acımaz bir kerre cânânım
Dėrim Es‘ad senin derdin bir ise bendeki bindir
Anınçün derbeder, mehcûr, nâlân, sînebüryânım
Beni azâd eder Lûtfî bu dertlerden ölüm ancak
Ki bundan başka bir şeyle halâs olmaz girîbânım
*
Çal[21]
-Sayın Tevfik Celâl Efendi’ye-
Taksîmini tanzîm ederek başla da bâri;
Eğ başını, dikkatle bakıp zorlama târı;
Haydi dediğin nâmeyi sen koyma da yarı
Bu nâme bana âh-ı yetîmân gibi mihnet!
Ninni sesi duysam çöküyor kalbime zulmet
Çal sazını çal... aşk ile pürşevk u şetâret
Dünyâda hayat bu… düşünüp etme nedâmet;
Ettinse rücû‘, kalmaz elinde bu saâdet.
Bu kalb-i melûlüm sevinir gerçi sabâdan,
Ben zevk alıyom şâm ü seher ulvi sadâdan;
Tenhâ kalıyorken duyarım neş’e Hudâ’dan.
Çal sazını çal... gel de beni âteşe yakma
Kesme sesini, eyle devâm hiç bana bakma
Kalbime ne bir ma‘reke, ne velvele vardır,
Ne haşr-ı serâir, ne de bu gulgule vardır..
Sînem dolu âteş, evet ol âteş-i sûzân,
Bir dûd-i ‘alev rîz-i kesîf, belki de volkan
Lûtfî olamaz çâre sana gelse de Lokmân
*
Tâli‘im[22]
Tâliimden bahsedersem bir sürü şekvâ çıkar
Ger tecessüm eylese korkunç bir ejdehâ çıkar
İctinâb etsem fezâdan dâimâ endîşenâk
Hâtıra gelmez felâketlerle hep gavgā çıkar
Âşık olup arasam bir gözü şehlâ dilberi
Şüphe etme karşıma bir gözü çakla[23] çıkar
Sohbet etmekçün arasam bir refîk-i bâvefâ
Çok vefâsız bîhayâ bir şahs-ı bîma‘nâ çıkar
Şevk ile bulmak dilersem bir edîb-i âkılı
Karşıma Leylâperest bir Mecnûn-ı şeydâ çıkar
Bir tenezzüh maksadıyla taşra çıksam bir gece
Her taraf aydınlık iken bir şeb-i yeldâ çıkar
Tâliinden etme şekvâ bekle Lûtfî bekle, dė:
Lûtf-ı Hak nâzil olur imdâdına Mevlâ çıkar
Hasbihâl[24]
-Üstad-ı Muhterem Dede Hicrî’ye-
Kimseye sen dil uzatma uzatırsın dilleri
Böylelikle hem düşersin hem kırarsın elleri
Çaldığın sâz ü kemân u ûd muvâfıktır velî
Fazla zorlarsan eger elbet kırarsın telleri
Şehrimizde sen şiir şehrâhını açtın Dedem
Sen yetiştirdin yine şi‘r u edebmâilleri
Gayr-ı mümkündür dönmez bir de eyyâm-ı şebâb
Gözden akıtsan bununçün bir tahassür selleri
Bizler içün kalmamış zâten hayâttan bir eser
Çok zamân oldu ağarmış saçımızın telleri
Sen bu âciz Lûtfî’yi çoktan tanırsın Hicriyâ
Gel unutma mâziyi yâd et o mes‘ûd yılları
*
Râsihâne Bir Gazel[25]
“Bu Gazel Mizahi Mi Hakiki Mi ?”
-Sayın Üstad Saîd Besîm Bey’e-
Yâr bana telkîn ederken ders-i aşkı bir zamân
Eyler idim zevk ile seyrân seyrân üstüne
Dinlemezken vâizi kalbimde Rahmân var idi
Vesveseyle şimdi var Şeytân Şeytân üstüne
Çok zamandır mahrûmum ben meclis-i rindâneden
Durma sâkî ver kadeh fincân fincân üstüne
Yanıyor kalbim harâretten âmân ayranfürûş
Ver bana teskîn içün ayran ayran üstüne
Geldi yârân müjde ile dėdiler öldü rakîb
Kestim Allah yoluna kurbân kurbân üstüne
Tâkati varken edâ eylerdi Lûtfî farzları
Okur idi dâimâ Kur'ân Kur'ân üstüne
[1] Büyük Mehdî, doğan oğlunu görmeden ölmesi sebebiyle oğlunun da adını Mehdî koymuşlardır.
[2] Musul salnamesinde, Hicrî 1048 yılında Şehrizur eyaletinin Kayış Mehmet Paşa’ya verildiği ve bunun Kerkük’e dört saatlik mesafede Leylan kasabasında yaptırdığı ve hâlâ –salnamenin basılış tarihi olan 1310 yılında– yıkık bir mevlevihanesinin mevcudiyetinden söz ediliyor. Bu yatırın 1924’te merkat ve tavanının tamirine karar verilip, merkadin 1953 yılında Kerkük Evkaf Müdüriyetinin delâleti ve Karahasan nahiye müdürünün himmetiyle tamir edildiği 10.8.1953 tarihli Kerkük gazetesinde Hızır Lûtfî’nin teşekküründen öğreniyoruz.
[3] Bu derginin 31 Mayıs 1329 tarihli üçüncü sayısı.
[4] Bunun metni kitapta şairin şiirinden örnekler bahsinde derc edilmiştir.
[5] Şair bu konuda 28.12.1949 tarihli Kerkük gazetesinde yayımladığı manzumenin başlama beyitinde şöyle diyor:
Tamam beş senedir çekmekteyim bu derd ile zârı
Ki gitti ömrümün fasl-ı bahârı, geldi idbârı
[6] Bu konular arasında “icma ile kıyasın şer‘an hüccet olup olmaması”, “imanın tezayüd ü tenakus edip etmemesi”, “Kur'ân’ın mahlûk olup olmadığı”, “kerâmât-ı evliyânın hak olup olmadığı”, “rü’yetullah”, “Allah hakkında şey’ tabirinin kullanılıp kullanılmaması”, “ma‘dumun şey’ tavsif edilip edilemeyeceği”, “mevcudatın def‘a-i vâhidede halk edilip edilmediği”, “etfâl-i müşrikînin azap görüp görmeyeceği”, “cinden peygamber gelip gelmediği”, “ef‘âl-i ibâdın kendileri tarafından mahlûk olması”, gibi enteresan ve çetrefil meseleler vardır.
[7] Kardeşlik dergisi, sayı 8 Kânunuevvel 1961.
[8] Kitabımızda Reşit Akif’in şiirinden örnekler bölümüne bakınız.
[9] Doğrusu, görüleceği gibi İdāre-i Hayāt’ tır.
[10] Bkz. The Nuttal Encyclopedia, s. 39, sütun 1, ikinci baskı 1938, Londra.
[11] Bkz. Seyfettin Özege, Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu, s. 658, İstanbul 1974.
[12] Hızır Lûtfî’nin meslektaşı Ahmet Medenî, bu eser için yazdığı takrizinde şöyle diyor: “Muhterem üstadımız ve dayımız! Hayātda İdāre eserinizi okudum. Daha yıllarca evvel gazetelerde intişar eden yazılarınızın takdirkâr ve hayranı iken bu eserlerinizle kudret-i kalemiyye vü edebiyenizi daha yükselttiniz ve umum sizi tanıyanlar nazarında pek yükselttiniz. Mehazı büyük olduğu kadar büyük ve umumun müstefit olacağı kadar şümullü bir eser-i kıymetdâr olan bu telifinizle hepimiz övünebiliriz. Bu hususta zât-ı edîbâne vü üstâdânelerinizi tebrik ederken sizi tanımak ve bu eserinizi okumak şerefine nail olduğumdan dolayı kendimi bahtiyar addeder ve bu naçiz hatıramı da arz ü takdim ile kesb-i fahr [ü] mübâhât eylerim efendim. Bir yol yoldaşınız.”
[13] Bunlardan “Fuzulî Kimdir” başlıklı bölüm sözü edilen derginin Eylül 1966 tarihli nüshasında Fuzuli’nin “Kanunî Sultan Süleyman ile Görüşmesi” başlıklı bölüm de Mayıs-Haziran 1967 tarihli nüshasında yayımlanmıştır.
[14] Kardeşlik dergisi, Teşrinievvel-Teşrinisani 1966 tarihli nüsha. Rahmetli Mehmet Sadık, yaptığı bu skandalını ortaya koyduğum zaman kabahatini sarahatle itiraf etmiş, hattâ bu utanç verici olayı hiç çekinmeden dokuz beyitlik bir manzume ile de dile getirmiştir ki bunun son beyti şöyledir:
Maslahat içün bu günde halka karşı bir yalan
Fitneli bir doğrudan çok iyidir her bir zaman
Denilmeye değer ki Sadık, bu beytin mealini Sa‘dî-i Şîrâzî’nin Dürūġ-ı maslahatāmīz bih ezrāst-ı fitneengīz دروغ مصلحت آميز به از راست فتنه انگيز vecizesinden almıştır.
[15] Şairin kendi el hattıyla yazdığı ve bende duran bu manzumenin tamamını Kerkük’te Olayların Manzum Tarihleri adlı kitapta kaydetmişimdir. Makta beytini önceki notta derc etmişizdir.
[16] 9-10-11.1928 tarihini taşıyan bu yazının kitaba almadığımız son kısmında şairin fikrî hayatındaki son gelişmeler anlatılmaktadır.
[17] Bu manzume 20.01.1947 tarihli Kerkük gazetesinde yayımlanmıştır.
[18] Bu eser şairin mahpushane şiirlerindendir.
[19] Bu manzume 18.4.1949 tarihli Kerkük gazetesinde yayımlanmıştır.
[20] Bu manzume 2.5.1949 tarihli Kerkük gazetesinde yayımlanmıştır.
[21] Bu manzume 12.12.1949 tarihli Kerkük gazetesinde yayımlanmıştır.
[22] Bu manzume 30.12.1958 tarihli Beşīr gazetesinde yayımlanmıştır.
[23] Şaşı
[24] Bu manzume 13.12.1951 tarihli Kerkük gazetesinde yayımlanmıştır.
[25] Kerkük gazetesinin 7.12.1953 tarihli nüshasında yayımlanan bu gazel, matlaı musarra olmadığından kıta veya mukatta adını alır. Aslında eksik bir gazel olup, Türk şairi Râsih’in:
Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Urma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne
matlalı gazeline rindâne bir naziredir.