Önder Saatçi HANGİ DİLLE KONUŞUYORUZ? Türk dili günümüzde Moğolca ve Mançu-Tunguzca ile birlikte Altay dilleri arasında gösteriliyor. Bilim adamları Japonca ve Korecenin de bu taifeye dahil olduğunu düşünmekteler. Ancak Altay dillerinin akraba diller olduğu şüpheli. Yani, tek bir kaynaktan gelip gelmediği hususu aydınlatılmış değil. Buna karşılık dil araştırmacıları büyük dil ailelerinden de bahsediyorlar. Mesela, içinde Arapça ve İbranicenin olduğu Hami-Sami, içinde Türkçenin de olduğu Altay, içinde Fince ve Macarcanın bulunduğu Ural, İngilizce, Almanca, Fransızca, Farsça, vb. pek çok dili barındıran Hint-Avrupa ve daha başka bazı dil topluluklarının aynı kökten geldiği ve böylece büyük bir dil ailesi oluşturduklarını ileri sürüyorlar. Bugün için bu gibi bilgiler bir teoriden ileriye geçmiş sayılmaz. Ancak bu teorileri destekleyen birtakım bulgular dillerin kaynaklarını aydınlatmada birer ipucu olarak değerlendiriliyor. Gelelim, Türkçemizin dünya dilleri sıralamasındaki yerine. Bu sıralamada nüfusu esas alacağız. Türk dili Çince, İngilizce, İspanyolca ve Hintçeden sonra konuşanlarının sayısı dikkate alındığında dünyada beşinci sırada yer alıyor. Bunu söylerken Türk dilinin, yaklaşık 250.000.000’luk bir Türk dünyasının ortak dili olduğunu bilmeliyiz. Üstelik Türk dilini konuşanların tamamının Türk soylu olduklarını da eklemeliyiz. Buna karşılık, İngilizce ve İspanyolcanın bugün dünyanın geniş coğrafyalarında konuşuluyor olmasının sebebinin sömürgecilik olduğunu gözden uzak tutmamalıyız. Şunu da eklemek lazımdır ki dünya üzerinde Türklüğünü, dolayısıyla Türk dilini kaybetmiş bazı Türk topluluklarının varlığı da söz konusu. Türk dilinin bir özelliği de en az 5000 yıllık bir geçmişe sahip olmasıdır ki bu, ancak Çincenin sahip olabileceği bir meziyet olabilir. Türk dilinin yaşı üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Prof. Dr. O. Nedim Tuna MÖ 4000-2500 yılları arasında yaşamış olan Sümerlerin dilindeki 165 kelimenin o günkü Türkçeden alınmış olduğunu belgelemiştir . Bu da dilimizin yaşının belirlenmesinde önemli bir delildir. Tabii, Türk dilinin yaşı meselesi gündeme gelince dilimizin birçok lehçelerinin ve ağızlarının bulunduğu hususu da hemen akla gelmelidir. Günümüzde Azerbaycan, Kazak, Kırgız, Özbek, Uygur, Tatar gibi başlıca Türk lehçelerinden bahsedebilmekteyiz. Bunlar aslında bir kısım Türk yurtlarının ve boylarının adları. Tabiatıyla lehçeler de yurt veya boy adlarıyla anılıyor. Bunları bazen “Azerbaycan Türkçesi, Kazak Türkçesi, Uygur Türkçesi, vb.”, bazen de “Azerice, Kazakça, Uygurca, vb.” diye adlandırıyoruz. Yalnız burada bir sorun var. “Azerbaycan Türkçesi” terimini daha çok Türkiye’deki Türkologlar benimsemişken Azerbaycan Anayasası devletin resmî dilini “Azerbaycan Cumhuriyeti’nin devlet dili Azerbaycan dilidir.” şeklinde kaydediyor. Türkmenistan Anayasası’nda da “Türkmen dili, Türkmenistan’ın Devlet dilidir.” ibaresi var. Bunlardan anlaşıldığına göre, Azerbaycanlı ve Türkmenistanlı siyasetçiler kendi konuşma biçimlerini Türk dilinin birer lehçesi olarak değil, doğrudan doğruya birer dil olarak görüyorlar. Bu anlayışın diğer Türk devletlerinde de hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Peki, bu tutum isabetli midir? Türk dünyasının bütünlüğü ve dilinin birliği hususu göz önünde bulundurulacak olursa, bunun hiç de uygun olmadığını söylemeliyiz. Bununla birlikte, bu ülkelerde “Türkî diller” gibi bir kavram da yok değil. Bu da bu ülkelerin, kendilerini, Türk dünyasının bir parçası saydıklarını gösteriyor. Ancak kimsenin kendi “dil”ini “lehçe” seviyesine indirmeye niyetli olmadığı da anlaşılıyor. Peki, bu yaklaşımın ardında yatan sebep nedir? Niçin, bağımsızlıklarının 30. yılını kutlayan bu Türk cumhuriyetleri dil konusunda böylesine farklı bir anlayışı benimsemekteler?.. Bunda en önemli etken eski Sovyet dil ve kültür politikalarının bu ülkelerde henüz kökünden kazınmamış olmasıdır. Denilebilir ki bu ülkeler siyasi bakımdan bağımsızlaşmış olsa da zihniyet bakımından bağımsızlıklarını henüz tam anlamıyla elde etmiş değiller. Öyle ki Sovyetler Birliği ve hatta çarlık döneminde Ruslar, istila etmiş oldukları Türk yurtlarında, İlminski, Ostromov ve daha başka bazı “ajan-bilim adamları” vasıtasıyla kendi taraflarına çekmiş oldukları çeşitli Türk boylarından olan kültür adamlarına, sözde bir millî (aslında kavmi) kimlik aşılamışlar ve bunun da bir vasıtası olarak her bir Türk topluluğuna birer alfabe verip birer de gramer (dil bilgisi) dayatarak lehçelerinin apayrı birer dil olduğunu onlara benimsetmişler. Tabii, ekonomi ve kültür politikalarıyla da bu “böl, parçala, yönet” ana politikası bugünkü acı meyvelerini vermiş. Bu Türk toplulukları, 20. yüzyılın başlarına kadar kendi konuştukları dile, Türkçe, Türkî, Türk tili derlerken, 70 yıllık Sovyet politikalarının ardından, bugün artık “Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Türkmence” demekteler . Üstelik bu devletlerin yetkilileri bir araya geldiklerinde birbirleriyle ancak Rusça konuşarak anlaşabiliyorlar. Üstelik Rusça bu ülkelerde hâlâ daha itibarını koruyor… Türk diline karşı bu yaklaşımların yalnızca SSCB sınırlarında geçerli olduğunu da düşünmeyelim. Bu politikaya paralel olarak ABD ve hatta Türkiye’de meseleye böyle bakan pek çok Türkolog yetişmiştir. Bugün Amerikan literatüründe de Türkiye Türkçesi “Turkish”, diğer Türk lehçeleri “Turkic” terimleriyle anılıyor. Türkiye’de de başta merhum Prof. Dr. Talât Tekin ve onun ekolünden yetişmiş Türkologlar Türk dilleri terimini tercih etmektedirler. Her ne kadar bu Türkologlar Türk lehçelerinin hepsinin ortak bir kökten geldiğini inkâr etmeseler de yine de Türk lehçelerine “dil” demekteler . Onların bu tutumları şu esasa dayanıyor: İki kişi karşı karşıya geldiklerinde birbirleriyle anlaşabiliyorlarsa aynı dili konuşuyorlar demektir. Anlaşamıyorlarsa farklı dilllerle konuştukları hükmüne varılır . Oysa, Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun Türk lehçelerinin anlaşma oranlarının farklı olduğunu, ilk karşılaşmadaki anlaşma oranlarının da yanıltıcı olacağını ileri sürerek şu tezi ortaya koyar: Bir Türkiye Türkü ile bir Kazak Türkü her ne kadar ilk karşılaşmalarında birbirleriyle anlaşamazlarsa da birkaç aylık bir sürede birbirlerinin lehçelerini sökmeleri ve rahatlıkla anlaşmaya başlamaları mümkündür . Ancak hiçbir Türk normal şartlarda birkaç ay içinde mesela, İngilizceyi, Almancayı bu oranda sökemez. Çünkü Almanca veya İngilizce Türkçeye göre farklı birer dilken Kazakça, Kırgızca, Tatarca, vb.leri birer lehçedir. Kaldı ki geçmişteki yıkıcı Sovyet politikalarına rağmen, bugün mesela Türkiye Türkleri ile Azerbaycan Türklerinin anlaşma oranı çok yüksektir. Kazaklarla Kırgızlar, Özbeklerle Uygurlar da kendi aralarında oldukça iyi anlaşırlar. Tatarlarla Başkurtlar için de aynı şey söylenebilir. Demek ki Türk dünyasının ortak dili Türkçedir, bunun ancak lehçeleri ve ağızları vardır. Meselenin burasında Irak Türk(men)lerinin dil meselelerine de temas etmekte fayda görüyoruz. Bilindiği gibi Irak Türk(men)leri Irak coğrafyasının kuzeybatısından güneydoğusuna, Telâfer’den Mendeli’ye uzanan bir şeritte yerleşmişlerdir. Bu topluluk Osmanlı Devleti’nin çökertildiği yıllarda Irak Türkleri olarak anılmaktayken bugün artık “Irak Türkmenleri” şeklinde adlandırılıyor. Bunun tarihî, siyasi ve sosyolojik sebeplerini Türkmeneli dergimizin 155. sayısında genişçe tahlil etmeye çalışmıştık . Bu yazıda ise meseleyi daha çok terminoloji açısından tartışmaya çalışacağız. Öyleyse, Irak Türk(men)lerinin dili nedir? Türkçe ise hangi Türkçedir? Daha doğrusu hangi Türk lehçesidir? Bu toplumun konuştuğu dile bugün ne ad verilmesi uygundur? “Türkmence” denmesi yaygın bir söyleyiş hâline gelmiş. Peki, Irak’ta kullanılan “Türkmence”nin Türkmenistan’dakiyle bir ilişkisi var mıdır? Ne kadar ona benzer ne kadar benzemez?.. Irak Türkmenleriyle Türkmenistan Türkme